Şeyh Said Gerçeği Bölüm-4: Hükümet Değişikliği

By | April 6, 2010

HÜKÜMET DEĞİŞİKLİĞİ

İsyanın, acil ve şiddetle bastırılması isteyen Atatürk, Başbakan Fethi Okyar’ı yumuşak buluyordu. İsmet Paşa şiddet için aranan adamdı. İnönü, tatilini kesip Ankara’ya dönüyor. Evinde önce doğruca Atatürk’e gidiyor ve “elimi masum insanların kanına bulamam” diyen Fethi Bey’i görevden alma süreci başlıyor. Tek parti diktatörlüğüne dayanan parlamentoda “azil” işlemi “demokratik” yöntemlerle yapılıyordu. 2 Mart 1925 tarihinde, aynı zamanda CHP Meclis grubunda olan parlementoya verilen bir güvensizlik önergesi ile Başbakan düşürülüyor, aynı gün İsmet Paşa atanıyordu.

Terk parti iktidarının resmi yayın organı Hakimiyet-i Milliye Gazetesi, 2 Mart 1925 tarihli sayısında, meclisin on saat süren gizli toplantısında hükümetin düşürüldüğünü haber veriyordu. Gazetenin haberinde şöyle deniliyordu:

“CHP’de on saat devam eden toplantıda meydana gelen görüşme ve tartışmalar gizli olduğundan, ayrıntıları bizce bilinmektedir. Ancak görüşme ve tartışmaların isyanın şiddetle bastırılmasını isteyen çoğunlukla normal önlem ve hareketlerle bastırılacağını sanan ve yumuşaklık taraftarı olan Fethi Bey ve onunla aynı fikirde olan doğu illeri milletvekilleri arasında geçtiği sanılıyor. Yumuşama ve şefkat taraftarı olan Fethi Bey’in İstiklal Mahkemelerinin oluşturularak isyanı şiddetle “tedip” (terbiye) ve “tenkiline” (susturulması) taraftar olanların çoğunluğu kazandıkları tahmin ediliyor.”45

Yeni Başbakan İsmet Paşa zaman geçirmeden beklentileri gerçekleştirmeye koyuluyor. Şiddet yasaları, ardı ardına yürürlüğe giriyordu.

İlk aşamada olağan üstü yetkilerle donatılmış İstiklal Mahkemeleri görev başı yapıyordu. Bu Mahkemelerde, yargı görevini yerine getirecek personel de hukuk öğrenimi aranmıyordu. Asker ya da sivil olmaları da önemli değildi. Önemli olan rejime bağlılıklarıydı. O nedenle, birçok sivil politikacı ile asker yan yana oturup insanları yargılıyordu. İdam kararları üretiyorlardı. Mahkemelerin kararları her türlü denetimin dışında bırakılıyordu. Kimsenin,hakkındaki karar için üst makam ya da mahkemede itiraz hakkı yoktu. İdam kararlarının parlamento onayına sunulması geleneği de ortadan kalkıyor. İnfazların gecikmeksizin derhal yerine getirilmesi yetkisi de mahkemelere veriliyordu.

İç işleri Bakanlığının 25 Mart 1925 tarihinde bütün valiliklere gönderdiği genelgede, Kürtlüğün din perdesinin ardına gizlendiği belirtiliyor, olaylar karşısında sıkıyönetim ilan edildiği hatırlatılıyor ve sıkıyönetimin verdiği yetkiler kullanılarak isyancılarla yandaşları hakkında gerekenin yapılması isteniyor, şöyle deniliyordu:

Türk Hükümetinin Yalanları

“Kürtlük cereyanın başında bulunmasından dolayı, hiyaneti harbiye (savaşa ihanet) ve vataniye suçu ile Bitlis Divanı Harbine çağırılmışken firar eden ve Harb-i Umumi (büyük savaş) esnasında dahi Ruslarla aleyhimizde teşriki mesai eyleyen (işbirliği yapan) Hınıslı Şeyh Said, son zamanlarda dış düşmanlarımızın teşviki ile halkın cehaletinden yararlanılarak, “Mintarafillah gönderilmiş peygamber” kisvesi altında Kürtlük ve Saltanat ve Hilafet lehinde ve Cumhuriyet aleyhinde irticai propaganda yapmak üzere, çoğunluğu sabıkalı ve mahkûmlardan oluşan yandaşlarıyla Hınıs’tan, Genç ve Palu üzerinden Ergani Maden ili dahiline girmiş ve Piran Köyünde yanında bulunanlardan bazı suçluların tutuklanması sırasında müfrezeye silah çekmiş ve isyan etmiştir, alınan önlemler ve gönderilen kuvvetlerle köy ve jandarmalar kurtarılmış ise de din perdesi altında bir Kürdistan kurmaya ve Cumhuriyet aleyhine gelişmeye giden isyan, Genç ili, Diyarbakır’ın Lice ve Elazığ’ın Palu ilçelerine yayılmış, Elazığ il merkezi bile işgal edilmiştir.”

Bildirinin ikinci maddesinde Musul ve Yunanistan sorunu nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti aleyhine bazı dış tertiplerin bulunduğu şu sıralarda isyanın bastırılması için mevcut gücün yanına ek olarak yeni birliklerin oluşturulması için seferberlik ilan edildiği de hatırlatılıyordu.

Bundan sonra, güç, yer yer mahkeme yerine geçiyor, birinin kararı dağlarda, yol ve köylerde hayat karartıyordu. Kürt köyleri yakılıp yıkılıyor, toplu cinayetler işleniyordu. Korku isyan bölgesinde değil genele yayılmıştı. Korkmak için muhalefet etmiş olmak gerekmiyor, iktidar şeflerini övmemekte yeterli oluyordu.

Başbakan İsmet İnönü, 7 Nisan 1925 tarihinde mecliste yaptığı konuşmada, benzer olayların bir daha tekrarlanmaması için isyan bölgesinde gerekli önlemlerin alınacağını, alınacak adli ve idari önlemlerin meclise sunulacağını söylüyor, “ümit ederim ki alacağımız tedbirler memleketin her yerinde bilhassa o bölgesinde tesirini gösterecektir.” diyordu.46

Hemen ardından genel seferberlik ilan ediliyor, yedek askerler silahaltına alınarak, genel taarruz için ordu büyütülüyordu.

Kürtlerin ayağa kalkması bahanesiyle, Atatürk-İnönü rejimine karşı çıkan Türklerin tasfiyesi de ihmal edilmiyordu. Basını susturmak üzere sansür yasallaştırılıyor, yıllar boyu korku salan “Takrir-i Sükûn Yasası” yürürlüğe konuyordu. Yalnız Kürtler için değil, bütün muhalifler için korku dönemi başlamıştı.

Takrir-i Sükûn Yasasının hedefleri alabildiğine geniş ve uygulayıcıların her türlü yorumuna açıktı. Sistemin istediği gibi “adam olmayıp” emrine girmeyen basın başlıca hedefti. Parlamentoda şu ya da bu şekilde muhalif davranmış politikacılar da…

İsyan, aynı zamanda siyasal, sosyal ve ekonomik alandaki bütün hayallerin gerçekleştirilmesi için araçtı. “İsyan” gerekçe gösterilerek, diktatörlüğün duvarları inşa ediliyordu.

Kürt’ler yok sayıldı

Kürtlerin inkârı ve dillerinin yasaklanması bu dönemin ürünüydü. Bu, kurulan ulus devlet modeli için ilk adımdı. 1925 yılında, gizlice yürürlüğe konan “Şark Islahat planı” ile, daha bir yıl öncesine kadar “ kardeş” ve devletin ortağı gösterilen Kürtlerin “varolmadığına” karar veriliyor ve dilleri yasaklanıyordu.

Şark Islahat Planı’nın 41.maddesinde şöyle deniliyordu:

“Malatya, Elazığ, Diyarbakır, Van, Bitlis, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişgezek, Ovacık, Adıyaman, Besni, Arga, Hekimhan, Birecik, Çermik, vilayet ve kaza merkezlerinde, hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda, Türkçe’den başka bir dil kullananlar hükümet ve belediyenin emrine arkı davranmakla suçlanacak ve cezalandırılacaktı.”

Bu karardan sonra sokakta Kürtçe konuşmak suç, suçun karşılığı dayak ve para cezasıydı. Pazara ürün getiren köylüler, dayak ve para cezasından kurtulmak için müşterileriyle el ve kol hareketleri ile diyalog kurmak zorunda kalıyorlardı.

Benzer bir uygulama henüz yeryüzünde yoktu. Evrensel tarihe “Türklerin Yeni Buluşu” olarak geçti mi bilmiyorum…

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *